petshop
kurtköy escort

deneme bonusu veren siteler deneme bonusu 2023 deneme bonusu veren siteler

Ahmet ANAPALI
Köşe Yazarı
Ahmet ANAPALI
 

Saltanatın Kaldırılması ve Kesilen Kafalar...

Ayakkabımın Ucu Sultanın Burnuna Değmek Üzereydi...         Millî Mücadele’yi en başından beri destekleyen, besleyen hatta 2. İnönü zaferinden sonra Anadolu’daki gazilere ulaştırmak üzere açılan yardım kampanyalarına hanedanın bütün üyeleri ile birlikte bir numaralı bağışçı sıfatıyla katılan, Büyük zafer neticesinde Dolmabahçe Sarayı’nda kıldığı şükür namazına ve indirilen hatimlere rağmen Sultan Mehmed Vahideddin Han, değişen sosyal şartlar itibariyle Ankara’daki TBMM’de 1922’nin sonundan itibaren artık tüm kötülüklerin müsebbibi olarak görülüyor ve tahtında hatta memlekette bir dakika bile kalmaması noktasında konuşmalar yapılıyordu.   Sultan Vahideddin Han’ın son başkatibi Rıfat Bey, hükümdarın büyük zaferden sonra Anadolu’yu tebrike hazırlandığını ama tebrik telgrafının bir türlü çekilemediğini anlatır.   Büyük zaferden sonra çekilmesi planlanıp bir türlü çekilemeyen kutlama telgrafını isterseniz o günün başkatibi Rıfat Bey’in hatıralarından takip edelim;   “Son mevlid kandili gecesiydi. Padişahın Çit Köşkü’ndeki odasından hemen gelmemi istediğini söylediler. Yanlarında eski başkatip Ali Fuat Bey’in (Türkgeldi) bulunduğunu öğrendim. Hemen Çit Köşkü’ne gittim. Elinde bir kağıt olduğu halde her zamanki yerinde oturuyor ve karşısında Ali Fuat Bey bulunuyordu. Oda kapısından henüz içeriye girdim ki, Padişah;   …Gel gel bey, sen de şu sandalyeye otur. Al şu kağıdı bir de sen oku, ne dersin? diye elindeki kağıdı  verdi. Bu kağıt Ali Fuat Bey tarafından kaleme alınmış ve ilk paragrafında ordunun kazanmış olduğu zaferden dolayı memnunluğunu, ikinci paragrafında ise Anadolu ile İstanbul arasındaki ayrılığın bir düzeltme suretine bağlanması hakkında bazı temennileri ihtiva ediyordu. Padişah bana;   …Bu yolda bir telgraf yazılmasında mütalâan var mı? Sen ne fikirdesin? dedi. Bunun üzerine biraz vakit gecikmiş olmakla beraber müsvettenin şimdilik ikinci paragrafı çıkarılarak yalnız birinci paragrafın telgraf halinde çekilmesini, eğer Anadolu’dan bir teşekkür cevabı gönderilirse bunda ne tür bir dil kullanıldığı anlaşıldıktan sonra ikinci paragrafın yazılıp yazılmamasının o vakit düşünülmesi fikrini ileri sürdüm. Bu sözlerimi Ali Fuat Bey,  hangi tür düşünce ile böyle bir red veya kabul edilmesini soracağı sırada, “Bu benim şahsî düşüncemdir, tensip buyurulur ise durum bir kere de Sadrazam Tevfik Paşa Hazretleri’nden sual buyurulsun” demem üzerine maksadı hemen kavrayan padişah; Evet evet iyi dediniz, öyle yapalım daha muvafık olur. Elimdeki müsveddenin Ali Fuat Bey’e verilmesini söyledi ve; …Bu müsveddeyi şimdi Tevfik Paşa Hazretleine götür, okut ne söylüyor ise gel bana söyle. Hadi durma hemen gidiniz dedi. Bana da;               …Siz de hemen mevlide gidiniz, ben de geliyorum, çok bekletmeyelim. emrini verdi. Çit Köşkü’nün dış kapısı önünde ayakkabısını giymekte olan Ali Fuat Bey’in kulağına eğilerek;               ..Aman beyefendi, ne yapıyorsunuz? Atı alan Üskidar’ı geçti. Bu sırada böyle bir telgraf çekilir mi? çekilirse de nasıl bir cevap alınır? Bu nasıl şey dedim.               Ali Fuat Bey’de “evet” diyerek ayrıldı gitti. Ben de Büyük Taarruz’da kazanılan zaferin şerefine verilen mevlide gittim. Mevlid yarıyı geçmişti ki, verilen haber üzerine Başmabeynci Yaver Paşa salondan dışarı çıkıp biraz sonra geri döndü ve Padişahın kulağına bir şeyler söyledi. Bu maruzat Ali Fuat Bey’in getirdiği cevap olacaktı. “…Mevlid bitince bana, odaya gel” dedi. Çit Köşkü’ndeki mahut odaya girdik.               …Bak Başkatip Bey, Tevfik Paşa senden daha ileri giderek hiç telgraf yazılmamasını söylemiş dedi. Ben de Sadrazam Paşa Hazretlerinin fikirlerinden cesaret alarak; “…Evet bence de evet, şimdilik hiç sırası değil” dedim. Vahideddin Han’da; “…Vakıa öyle… bu durumu sonra düşünelim. Haydi git sen de istirahat et” deyip kendisi içeriye gitti. Bu suretle bu telgraf meselesi bertaraf oldu”[1]   TBMM’de çok şiddetli  tartışmalar yaşanıyordu. Önceleri  Saltanat Ve Hilâfetin mutlaka Sultan Vahideddin’e aittir fikrini savunan Meclis üyeleri, bir süre sonra, Saltanat ve Hilâfet’in mutlaka olması gerektiği ama Vahideddin Han’dan bu sıfatların alınmasının şart olduğunu sesli bir biçimde ifade etmeye başaladılar. Aynı meclis üyeleri, 1922’nin son çeyreğinde ise Hilâfet ve Saltanat’ın birbirinden mutlaka ayrılması, Hilâfetin devam etmesi ve Saltanat’ın kaldırılması gerektiğine doğru dönmeye başladı. Bu noktada başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere diğer milletvekilleri çok sert ve Saltanat’ın aleyhinde konuşmalar yapmaya başladı.               Ve meclis 1 Kasım 1922 günü, Saltanat’ın Kaldırılması’na binaen toplanan meclis genel kuruluna vekiller tarafından değişik metinler sunuldu. Görüşülen kanun maddesine muhalefet eden bir grup mebus, “Saltanatla hila’fetin birbirinden ayrılmasının İslâm Fıkhı açısından da mümkün olmayacağını” söylemeleri üzerine hadiseleri dikkatle takip eden Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa, bir sıranın üzerine çıkarak ve şu çok meşhur konuşmasını yaptı;               “…Hakimiyet ve Saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim icabıdır diye verilmez. Hakimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk milletinin hakimiyet ve saltanatına el koymuşlar, bu tasallutlarını altı asırdan beri devam ettirmişlerdi. Şimdi de Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini bildirerek hakimiyet ve saltanatını isyan ederek kendi eline fiilen almış bulunuyor. Mevzubahis olan millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız meselesi değildir. Mesele, zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, derhal olacaktır. Şu an burada toplananlar, meclis ve herkes meseleyi normal görürse, bence uygun olur. Aksi takdirde yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”               Paşa’nın bu konuşmasından sonra muhalif sesler sustu, konu hakkında verilen önergeler birleştirildi ve son şekil, genel kurulda “Allah Kahretsin” sedalarıyla, “taçlı hain”, “Vehimeddin” gibi benzetmelerin bol kullanıldığı konuşmalardan sonra kabul edildi.               Millet Meclisi’nde kabul edilen bu kanundan sonra Vahideddin Han’ın üzerinden Sultan’lık sıfatı alınmış, fakat Halife’lik sıfatı halâ üzerinde durmaktaydı.               1 Kasım 1922’deki bu görüşmelerden sonra saltanat ve padişahlık artık tarih olmuştu. Bu durum, tahtı ayaklarının altından çekilen Sultan’a, İstanbul’da Büyük Millet Meclisi’nin ve Hükümetini temsil eden Refet Bele Paşa, tarafından bildirildi. Refet Paşa, 2 Kasım günü sabahı Saray’a gelir ve saat onbir’de huzura kabul edilmesini ister. Sultan, meclisin aldığı karardan haberdardır fakat kendisine henüz resmî bir tebligat yapılmamıştı. Yıldız Sarayı’nda o gün, fevkalâde bir telaş hakimdir. Vahideddin Han’ın daha sonra anlatacağı gibi; “Henüz Boğaz’da namlularını Yıldız’a çevirmiş olan işgalci zırhlılar vardır. Fakat ilk kez Anadolu’nun galip temsilcisi Saray’a gelecektir. Hukukî açıdan bu işgalin de nihayet bulduğunun en mühim göstergesidir.” Vahideddin Han, mektepten Saltanat’a ve Hilâfete bağlılık yeminleri ederek mezun olan ve orduya katılan Refet Paşa’dan ettiği yemine sadakat beklemektedir, fakat bu beyhude bir bekleyiştir. Zira Sultan’ın bileti 1 Kasım  günü bir daha geriye dönülemeyecek bir biçimde kesilmiştir. Refet Paşa, ise sadece bir elçidir ve tebliği için oradadır. Ankara’dan kesin emir almıştır. Vahideddin’e “Sultan, Hükümdar veya Hakan” gibi devlet başkan-larına yapılan bir hitap tarzı ile hitap etmemesi bildirilmiştir.               Refet Paşa, Saray’da o gün hayatı boyunca hiçbir an eşine benzerine karşılaşamayacağı bir saygı ve ihtimam ile karşılaşır. Başmabeynci ve Başkâtip kendisini kapıda karşılar. Diğer saray çalışanları ise kapıdan itibaren merdivenlerde ve içeride karşılıklı olarak sıraya dizilirler. Avrupaî bir giyim tarzı ile giyinen ve biraz da havalı bu Ankara Hükümetinin temsilcisi Refet Paşa, acaba bu durum karşısında ne düşünmüştür?... Refet Paşa, sıkıntılıdır. Daha sonraki senelerde kaleme aldığı hatırlarında bu hadise için şöyle söyler;               “…Yapmakla görevli olduğum husus, güç ve ağırdı. Biz saltanata ve hilâfete bağlı kalacağımıza yemin etmiştik. Anadolu mücadelesi sırasında da saltanatı ve hilâfeti düşman boyunduru-ğundan kurtaracağımızı söylüyorduk. Ama Mustafa Kemal Paşa’nın da talimatı açık ve kesindi. Vahideddin’e sadece Halife Hazretleri diyerek hitap edecektim.”               Seneler sonra bu samimi düşüncelerini itiraf eden Paşa, o gün Sultan’la karşılaştığı an  hiçde saygı çerçevesinde davranmadı. Zira Paşa, Ankara dönüşünde bu karşılaşma için şöyle diyecektir;               “…Padişah’ın önünde ayak ayak üstüne attım ve koltuğa o kadar yaslandım ki nerede ise ayakkabım burnuna değecekti…”[2] Sultan Vahideddin, Refet Paşa’yı Yıldız Sarayı’nın ikinci katındaki kabul odasında seneler evvel memleketin kurtuluşu için planlar yaptığıdönemlerde, Kâzım Karabekir Paşa’yı, Mareşal Fevzi Çakmak Paşa’yı ve Mustafa Kemal Paşa’yı karşıladığı psikoloji ile karşıladı. Zira Sultan mevcut durumu halâ kabul etmek istemiyordu. Bu durumu halâ karşılıklı paslaşmalarla atılan hamleler gibi görüyordu.               Büyük bir saygı ile karşılanan ve en üst düzeyde itibar gören Refet Paşa, Sultan’ın odasında Vahideddin Han’a hitaben sözüne “Sultanım” yerine “Halife Hazretleri” diye başlayınca bozulan ve fena halde sinirlenen Sultan Vahideddin, mülakatı daha başlamadan bitirmiş ve Saltanatsız bir hilâfetin olamayacağını izah ettikten sonra;               “…Saltanatsız bir Hilâfeti hanedanımızın en aciz bir ferdinin bile kabul etmeyeceğine emin olabilirsiniz Paşa!” deyip konuşmasını bitirmiştir. Refet Paşa ise seneler sonra dostlarına; “O gün sultanı İstanbul’dan ayrılması için ikna etmeye çalıştığını, bu gidişin sürekli değil geçici olacağını ve bir müddet sonra ortalık yatışınca tekrar döneceği noktasında telkinde bulunduğunu” söylemişti.[3]               Zira bu sayede, ülkede çift başlılık ortadan kalkacak, hiçbir meselede ikilik oluşmayacak ve rejim bunalımı yaşanmayacaktı.               Mustafa Kemal Paşa, Refet Bele’ye, kendisi için şartların bir hayli zorlaştığını gören Sultan Vahideddin’in memleketten kaçması halinde müdahele etmemesi ve bu gidişe mani olmaması noktasında emirler de vermişti. Böylelikle hem tahtı elinden alınan bir Sultan’dan kurtulacaklar, hem kendisini firarî duruma düşürecek, hem de istediği sonuca varacaktı.[4]               Herşeye rağmen Sultan, Hilâfet ve Saltanat’ın birbirinden ayrılması ve Saltanat’ın kaldırılmasından sonra ortaya çıkan fiilî durumu asla tanımamış ve İslamî doktrine bağlı kalarak Saltanatsız Hilâfetin olamayacağı görüşünde ısrar etmiştir. Şer’i hukuka göre saltanat gücü olmayan bir hilafetin ancak göstermelik olacağını ve hiçbir dinî kaynakta böyle bir sembolik hilâfete olur veren bir hükmün bulunmadığını, dolayısıyla böylesine akla ve dine aykırı olan Saltanat’sız bir Hilâfet’i hanedanın en aciz üyesinin bile kabul etmeye ceğini savuna dursun, memleketi terk ettiğinin ertesi günü TBMM. de yapılan oylama neticesinde amcasının oğlu ve Veliahd Abdülmecid efendi, böyle bir Hilâfet’i seve seve kabul etti.   KAYNAKLAR [1] Münevver Ayaşlı, İşittiklerim Gördüklerim bildiklerim, Sf;231, İstanbul 1990  [2)   Metin Ayışığı, Son Osmanlı Hükümeti İle Ankara Hükümeti Arasındaki Münasebetler ( (3) Ekim 1920-4 Kasım 1922),Toplumsal Tarih, Haziran-Temmuz, 1994.  [4] Münevver Ayaşlı, a.g.e., Sf; 8.  
Ekleme Tarihi: 15 Aralık 2012 - Cumartesi

Saltanatın Kaldırılması ve Kesilen Kafalar...

Ayakkabımın Ucu Sultanın Burnuna Değmek Üzereydi...

 

 

    Millî Mücadele’yi en başından beri destekleyen, besleyen hatta 2. İnönü zaferinden sonra Anadolu’daki gazilere ulaştırmak üzere açılan yardım kampanyalarına hanedanın bütün üyeleri ile birlikte bir numaralı bağışçı sıfatıyla katılan, Büyük zafer neticesinde Dolmabahçe Sarayı’nda kıldığı şükür namazına ve indirilen hatimlere rağmen Sultan Mehmed Vahideddin Han, değişen sosyal şartlar itibariyle Ankara’daki TBMM’de 1922’nin sonundan itibaren artık tüm kötülüklerin müsebbibi olarak görülüyor ve tahtında hatta memlekette bir dakika bile kalmaması noktasında konuşmalar yapılıyordu.

 

Sultan Vahideddin Han’ın son başkatibi Rıfat Bey, hükümdarın büyük zaferden sonra Anadolu’yu tebrike hazırlandığını ama tebrik telgrafının bir türlü çekilemediğini anlatır.

 

Büyük zaferden sonra çekilmesi planlanıp bir türlü çekilemeyen kutlama telgrafını isterseniz o günün başkatibi Rıfat Bey’in hatıralarından takip edelim;

 

“Son mevlid kandili gecesiydi. Padişahın Çit Köşkü’ndeki odasından hemen gelmemi istediğini söylediler. Yanlarında eski başkatip Ali Fuat Bey’in (Türkgeldi) bulunduğunu öğrendim. Hemen Çit Köşkü’ne gittim. Elinde bir kağıt olduğu halde her zamanki yerinde oturuyor ve karşısında Ali Fuat Bey bulunuyordu. Oda kapısından henüz içeriye girdim ki, Padişah;

 

…Gel gel bey, sen de şu sandalyeye otur. Al şu kağıdı bir de sen oku, ne dersin? diye elindeki kağıdı  verdi. Bu kağıt Ali Fuat Bey tarafından kaleme alınmış ve ilk paragrafında ordunun kazanmış olduğu zaferden dolayı memnunluğunu, ikinci paragrafında ise Anadolu ile İstanbul arasındaki ayrılığın bir düzeltme suretine bağlanması hakkında bazı temennileri ihtiva ediyordu. Padişah bana;

 

…Bu yolda bir telgraf yazılmasında mütalâan var mı? Sen ne fikirdesin? dedi. Bunun üzerine biraz vakit gecikmiş olmakla beraber müsvettenin şimdilik ikinci paragrafı çıkarılarak yalnız birinci paragrafın telgraf halinde çekilmesini, eğer Anadolu’dan bir teşekkür cevabı gönderilirse bunda ne tür bir dil kullanıldığı anlaşıldıktan sonra ikinci paragrafın yazılıp yazılmamasının o vakit düşünülmesi fikrini ileri sürdüm. Bu sözlerimi Ali Fuat Bey,  hangi tür düşünce ile böyle bir red veya kabul edilmesini soracağı sırada, “Bu benim şahsî düşüncemdir, tensip buyurulur ise durum bir kere de Sadrazam Tevfik Paşa Hazretleri’nden sual buyurulsun” demem üzerine maksadı hemen kavrayan padişah; Evet evet iyi dediniz, öyle yapalım daha muvafık olur. Elimdeki müsveddenin Ali Fuat Bey’e verilmesini söyledi ve; …Bu müsveddeyi şimdi Tevfik Paşa Hazretleine götür, okut ne söylüyor ise gel bana söyle. Hadi durma hemen gidiniz dedi. Bana da;

 

            …Siz de hemen mevlide gidiniz, ben de geliyorum, çok bekletmeyelim. emrini verdi. Çit Köşkü’nün dış kapısı önünde ayakkabısını giymekte olan Ali Fuat Bey’in kulağına eğilerek;

 

            ..Aman beyefendi, ne yapıyorsunuz? Atı alan Üskidar’ı geçti. Bu sırada böyle bir telgraf çekilir mi? çekilirse de nasıl bir cevap alınır? Bu nasıl şey dedim.

 

            Ali Fuat Bey’de “evet” diyerek ayrıldı gitti. Ben de Büyük Taarruz’da kazanılan zaferin şerefine verilen mevlide gittim. Mevlid yarıyı geçmişti ki, verilen haber üzerine Başmabeynci Yaver Paşa salondan dışarı çıkıp biraz sonra geri döndü ve Padişahın kulağına bir şeyler söyledi. Bu maruzat Ali Fuat Bey’in getirdiği cevap olacaktı. “…Mevlid bitince bana, odaya gel” dedi. Çit Köşkü’ndeki mahut odaya girdik.

 

            …Bak Başkatip Bey, Tevfik Paşa senden daha ileri giderek hiç telgraf yazılmamasını söylemiş dedi. Ben de Sadrazam Paşa Hazretlerinin fikirlerinden cesaret alarak; “…Evet bence de evet, şimdilik hiç sırası değil” dedim. Vahideddin Han’da; “…Vakıa öyle… bu durumu sonra düşünelim. Haydi git sen de istirahat et” deyip kendisi içeriye gitti. Bu suretle bu telgraf meselesi bertaraf oldu”[1]

 

TBMM’de çok şiddetli  tartışmalar yaşanıyordu. Önceleri  Saltanat Ve Hilâfetin mutlaka Sultan Vahideddin’e aittir fikrini savunan Meclis üyeleri, bir süre sonra, Saltanat ve Hilâfet’in mutlaka olması gerektiği ama Vahideddin Han’dan bu sıfatların alınmasının şart olduğunu sesli bir biçimde ifade etmeye başaladılar. Aynı meclis üyeleri, 1922’nin son çeyreğinde ise Hilâfet ve Saltanat’ın birbirinden mutlaka ayrılması, Hilâfetin devam etmesi ve Saltanat’ın kaldırılması gerektiğine doğru dönmeye başladı. Bu noktada başta Mustafa Kemal Paşa olmak üzere diğer milletvekilleri çok sert ve Saltanat’ın aleyhinde konuşmalar yapmaya başladı.

 

            Ve meclis 1 Kasım 1922 günü, Saltanat’ın Kaldırılması’na binaen toplanan meclis genel kuruluna vekiller tarafından değişik metinler sunuldu. Görüşülen kanun maddesine muhalefet eden bir grup mebus, “Saltanatla hila’fetin birbirinden ayrılmasının İslâm Fıkhı açısından da mümkün olmayacağını” söylemeleri üzerine hadiseleri dikkatle takip eden Meclis Reisi Mustafa Kemal Paşa, bir sıranın üzerine çıkarak ve şu çok meşhur konuşmasını yaptı;

 

            “…Hakimiyet ve Saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim icabıdır diye verilmez. Hakimiyet, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları zorla Türk milletinin hakimiyet ve saltanatına el koymuşlar, bu tasallutlarını altı asırdan beri devam ettirmişlerdi. Şimdi de Türk milleti bu mütecavizlerin hadlerini bildirerek hakimiyet ve saltanatını isyan ederek kendi eline fiilen almış bulunuyor. Mevzubahis olan millete saltanatını, hakimiyetini bırakacak mıyız meselesi değildir. Mesele, zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu, derhal olacaktır. Şu an burada toplananlar, meclis ve herkes meseleyi normal görürse, bence uygun olur. Aksi takdirde yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”

 

            Paşa’nın bu konuşmasından sonra muhalif sesler sustu, konu hakkında verilen önergeler birleştirildi ve son şekil, genel kurulda “Allah Kahretsin” sedalarıyla, “taçlı hain”, “Vehimeddin” gibi benzetmelerin bol kullanıldığı konuşmalardan sonra kabul edildi.

 

            Millet Meclisi’nde kabul edilen bu kanundan sonra Vahideddin Han’ın üzerinden Sultan’lık sıfatı alınmış, fakat Halife’lik sıfatı halâ üzerinde durmaktaydı.

 

            1 Kasım 1922’deki bu görüşmelerden sonra saltanat ve padişahlık artık tarih olmuştu. Bu durum, tahtı ayaklarının altından çekilen Sultan’a, İstanbul’da Büyük Millet Meclisi’nin ve Hükümetini temsil eden Refet Bele Paşa, tarafından bildirildi. Refet Paşa, 2 Kasım günü sabahı Saray’a gelir ve saat onbir’de huzura kabul edilmesini ister. Sultan, meclisin aldığı karardan haberdardır fakat kendisine henüz resmî bir tebligat yapılmamıştı. Yıldız Sarayı’nda o gün, fevkalâde bir telaş hakimdir. Vahideddin Han’ın daha sonra anlatacağı gibi; “Henüz Boğaz’da namlularını Yıldız’a çevirmiş olan işgalci zırhlılar vardır. Fakat ilk kez Anadolu’nun galip temsilcisi Saray’a gelecektir. Hukukî açıdan bu işgalin de nihayet bulduğunun en mühim göstergesidir.” Vahideddin Han, mektepten Saltanat’a ve Hilâfete bağlılık yeminleri ederek mezun olan ve orduya katılan Refet Paşa’dan ettiği yemine sadakat beklemektedir, fakat bu beyhude bir bekleyiştir. Zira Sultan’ın bileti 1 Kasım  günü bir daha geriye dönülemeyecek bir biçimde kesilmiştir. Refet Paşa, ise sadece bir elçidir ve tebliği için oradadır. Ankara’dan kesin emir almıştır. Vahideddin’e “Sultan, Hükümdar veya Hakan” gibi devlet başkan-larına yapılan bir hitap tarzı ile hitap etmemesi bildirilmiştir.

 

            Refet Paşa, Saray’da o gün hayatı boyunca hiçbir an eşine benzerine karşılaşamayacağı bir saygı ve ihtimam ile karşılaşır. Başmabeynci ve Başkâtip kendisini kapıda karşılar. Diğer saray çalışanları ise kapıdan itibaren merdivenlerde ve içeride karşılıklı olarak sıraya dizilirler. Avrupaî bir giyim tarzı ile giyinen ve biraz da havalı bu Ankara Hükümetinin temsilcisi Refet Paşa, acaba bu durum karşısında ne düşünmüştür?... Refet Paşa, sıkıntılıdır. Daha sonraki senelerde kaleme aldığı hatırlarında bu hadise için şöyle söyler;

 

            “…Yapmakla görevli olduğum husus, güç ve ağırdı. Biz saltanata ve hilâfete bağlı kalacağımıza yemin etmiştik. Anadolu mücadelesi sırasında da saltanatı ve hilâfeti düşman boyunduru-ğundan kurtaracağımızı söylüyorduk. Ama Mustafa Kemal Paşa’nın da talimatı açık ve kesindi. Vahideddin’e sadece Halife Hazretleri diyerek hitap edecektim.”

 

            Seneler sonra bu samimi düşüncelerini itiraf eden Paşa, o gün Sultan’la karşılaştığı an  hiçde saygı çerçevesinde davranmadı. Zira Paşa, Ankara dönüşünde bu karşılaşma için şöyle diyecektir;

 

            “…Padişah’ın önünde ayak ayak üstüne attım ve koltuğa o kadar yaslandım ki nerede ise ayakkabım burnuna değecekti…”[2] Sultan Vahideddin, Refet Paşa’yı Yıldız Sarayı’nın ikinci katındaki kabul odasında seneler evvel memleketin kurtuluşu için planlar yaptığıdönemlerde, Kâzım Karabekir Paşa’yı, Mareşal Fevzi Çakmak Paşa’yı ve Mustafa Kemal Paşa’yı karşıladığı psikoloji ile karşıladı. Zira Sultan mevcut durumu halâ kabul etmek istemiyordu. Bu durumu halâ karşılıklı paslaşmalarla atılan hamleler gibi görüyordu.

 

            Büyük bir saygı ile karşılanan ve en üst düzeyde itibar gören Refet Paşa, Sultan’ın odasında Vahideddin Han’a hitaben sözüne “Sultanım” yerine “Halife Hazretleri” diye başlayınca bozulan ve fena halde sinirlenen Sultan Vahideddin, mülakatı daha başlamadan bitirmiş ve Saltanatsız bir hilâfetin olamayacağını izah ettikten sonra;

 

            “…Saltanatsız bir Hilâfeti hanedanımızın en aciz bir ferdinin bile kabul etmeyeceğine emin olabilirsiniz Paşa!” deyip konuşmasını bitirmiştir. Refet Paşa ise seneler sonra dostlarına; “O gün sultanı İstanbul’dan ayrılması için ikna etmeye çalıştığını, bu gidişin sürekli değil geçici olacağını ve bir müddet sonra ortalık yatışınca tekrar döneceği noktasında telkinde bulunduğunu” söylemişti.[3]

 

            Zira bu sayede, ülkede çift başlılık ortadan kalkacak, hiçbir meselede ikilik oluşmayacak ve rejim bunalımı yaşanmayacaktı.

 

            Mustafa Kemal Paşa, Refet Bele’ye, kendisi için şartların bir hayli zorlaştığını gören Sultan Vahideddin’in memleketten kaçması halinde müdahele etmemesi ve bu gidişe mani olmaması noktasında emirler de vermişti. Böylelikle hem tahtı elinden alınan bir Sultan’dan kurtulacaklar, hem kendisini firarî duruma düşürecek, hem de istediği sonuca varacaktı.[4]

 

            Herşeye rağmen Sultan, Hilâfet ve Saltanat’ın birbirinden ayrılması ve Saltanat’ın kaldırılmasından sonra ortaya çıkan fiilî durumu asla tanımamış ve İslamî doktrine bağlı kalarak Saltanatsız Hilâfetin olamayacağı görüşünde ısrar etmiştir. Şer’i hukuka göre saltanat gücü olmayan bir hilafetin ancak göstermelik olacağını ve hiçbir dinî kaynakta böyle bir sembolik hilâfete olur veren bir hükmün bulunmadığını, dolayısıyla böylesine akla ve dine aykırı olan Saltanat’sız bir Hilâfet’i hanedanın en aciz üyesinin bile kabul etmeye ceğini savuna dursun, memleketi terk ettiğinin ertesi günü TBMM. de yapılan oylama neticesinde amcasının oğlu ve Veliahd Abdülmecid efendi, böyle bir Hilâfet’i seve seve kabul etti.


 

KAYNAKLAR

[1] Münevver Ayaşlı, İşittiklerim Gördüklerim bildiklerim, Sf;231, İstanbul 1990 

[2)   Metin Ayışığı, Son Osmanlı Hükümeti İle Ankara Hükümeti Arasındaki Münasebetler (

(3) Ekim 1920-4 Kasım 1922),Toplumsal Tarih, Haziran-Temmuz, 1994.

 [4] Münevver Ayaşlı, a.g.e., Sf; 8.

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve 19mayisgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.