petshop
kurtköy escort

deneme bonusu veren siteler deneme bonusu 2023 deneme bonusu veren siteler

Ahmet ANAPALI
Köşe Yazarı
Ahmet ANAPALI
 

Osmanlı’dan günümüze askeri darbeler

  Bu hafta Türkiye’de herkesin gündem maddesi hemen hemen aynıydı. Yaklaşık beş buçuk sene süren ve nihayet geçen hafta biten “Seçimle işbaşına getirilmiş hükümeti devirmek ve kurulu düzene darbe yapmak için kurulan devlet içinde devlet şeklinde organize olmuş illegal terör örgütünün yargılandığı Ergenekon davası.” Bu dava ve büyük büyük paşalara verilen cezalar, bu ülke için sürpriz hamlelerdi. Çünkü bu ülkede herkes yargılanabilirdi ama üniforması ve silahı olan asker asla yargılanamazdı. Zira Türkiye, ordu millet sosyo-psikolojisi ile yaşayan halk tabakalarından oluşmaktaydı. Türkiye’de halk askerî zihniyetle yetiştirildiği için “Her Türk asker doğardı” ve askere gitmeyen adam olmaz hatta kız verilmezdi. Adamlığı karakter yapısında, ferdin ailesinden aldığı ahlakî formda, kişilikte değil de askerî üniformanın içinde arayan klasik bastırılmış, sindirilmiş ve darbelerle hizaya getirilmiş bu millet için ordu, ülkemizin kurucusu, gerçek sahibi ve tek koruyucusu idi. Ama bu gelenek de tıpkı askerin sivil iradeyi silahlı darbe ile değiştirmesi gibi cumhuriyetin bir ürünü değil Osmanlı’dan bize kalan bir mirastı. Osmanlı tarihine detaylı değil üstün körü yukarıdan baksak bile orduyu arkasına almış şehzadelerin, meşru padişahları tahtından yeniçeri darbesi ile indirdiği ve yerine kendisinin geçtiğini görebiliriz. Evet, maalesef darbeler bizim için sıradan ve genellikle yapanın başarılı olduğu ve iktidarı ele geçirdiği bir realitedir.  Bu ülkede çok yakın bir geçmişte bir şehrin Cumhuriyet Savcısı kanunsuz işlere karıştığını tespit ettiği bir astsubay başçavuş hakkında soruşturma açmaya kalkmış, dönemin genelkurmay başkanı tarafından “o başçavuşu tanırım, iyi çocuktur” şeklinde bir söylemle savcı hizaya getirilmişti. Evet, Türk tipi demokrasilerde askerin en küçük rütbelisi bile soruşturmalardan, sivil mahkemelerden özerk bir hayat sürüyordu. Ama gelinen bugünkü süreçte galiba bu köklü gelenek, silinmeye ve hatta geçmişte olduğu gibi halk tarafından sempati ile değil büyük bir tepki ile karşılanmaya başlamıştır. Artık, toplumun genetik yapısına hiç uymayan bir şekilde bu ülkede bir dönem genelkurmay başkanlığı yapan yani Türkiye Cumhuriyeti ordusunun başkomutan vekilliğini yapan bir orgeneral, terör örgütü kurmaktan ve yönetmekten iki kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Bu durum ülke olarak bizim yaşadığımız tarihi süreç anlamında yepyeni bir sayfanın başında olduğumuzu göstermektedir. Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca her on senede bir askerî darbelerle hizaya getirilmeye alıştırılmış bir ülkedir. Üstelik darbe geleneği cumhuriyet tarihinin bir ürünü değildir. Geçmişi çok eskilere, taa koca fatih Ebü’l Feth Fatih Sultan Mehmed Han dönemine kadar uzanmaktadır. Nitekim yeniçeri askerleri, Fatih Sultan Mehmed Han’ın gençliğinden ve toyluğundan yararlanarak tarihe “Buçuktepe İsyanı” olarak geçen bir darbe denemesinde bulunmuştur.1  Fakat ilerleyen senelerde bu darbe denemesinde parmağı olan dönemin genelkurmay başkanı “yeniçeri ağası” konumundaki Kuşçu Doğan dâhil pek çok yüksek rütbeli bürokrat genç sultanın hışmından kurtulamamıştır. Cumhuriyet döneminde demokrasinin işleyişi sık sık askerî darbelerle kesildi. Aslında bu eski geleneğimizden dolayı Osmanlı döneminde de asker birçok defa isyan ederek yönetime müdahale etmiştir, Osmanlı padişahlarının üçte biri askerin müdahalesi ile değiştirilmiştir. 2  Bu oran öylesine rastgele söylenmiş bir oran değildir. 36 Osmanlı padişahının 12’si askerî darbelerle yani yeniçeri isyanları ile devrildi bir kısmı da canından oldu. İşine gelmeyen bir durumla karşılaşınca “istemezük” deyip kazan kaldırmayı bir ordu geleneği haline getiren asker, sultan İkinci Mahmud dönemine kadar onlarca kanlı ya da kansız askeri darbeye imza atmıştır. Yeniçeri ordusunun bu disiplinsiz ve eşkıya tavrı kendi sonunu hazırlamış 1826 yılında kanlı bir karşı darbe ile tarih sahnesinden koca bir ordu kalabalığı halinde silinmesine sebep olmuştur.3 Evet, darbeyi daima sivil bürokrasi üzerinde korku unsuru olarak bir kılıç gibi sallayan yeniçeri ordusu yıkılmıştır yıkılmasına ama, milletin genlerine kadar işleyen “askerî darbe” geleneği varlığını çeşitli bünyeler içerisinde sürdürmeyi başarmıştır. Nitekim takvimler 31 Mart (13 Nisan) 1909’u gösterdiğinde askeri bünyenin derinlerde bir yerde sakladığı darbe mikrobu tekrar gün yüzüne çıkmış ve başta bulunan padişah Sultan 2. Abdülhâmid Han’a ve yönetime karşı bir kez daha elinde tuttuğu balyozu sallamıştır. Bu son mudur? Hayır. Ne yazık ki yakın zamanların darbe tarihinde bu vahim hadise askeri darbelere başlangıç taşı olacaktır. Zira kanlı bir darbe ile padişah Abdülhâmid Han’ı ve hükümeti deviren Siyonist alt yapılı ve sponsorlu İttihat ve Terakki Cemiyeti çok kısa bir süre sonra kendi oluşturduğu hükümete de kanlı bir şekilde müdahale edecek ve bakanları öldürecektir. Ocak 1913’ün sonlarıdır. Dört senedir koca imparatorluğu, içinde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin de adamları olan bir hükümet yönetmektedir. Bütün muhalefet susturulmuş İttihat ve terakki’nin aleyhinde laf söylemek ölümle cezalandırılır olmuştur. 31 Mart askeri darbesinin mimarları Mahmut Şevket Paşa, Enver Bey ve adamlarını, yazdığı yazılarla eleştiren Serbesti Gazetesi başyazarı Hasan Fehmi, bunu 1909’da Galata Köprüsü’nün üzerinde canını vererek öğrenmiştir.4 Evet tarih Ocak 1913’tür ve darbe mikrobu bir kez daha su yüzüne çıkmıştır. Amaçsız, gayesiz, ülküsüz, millî davasız ve kök itibari ile Avrupalı ülkelere bağlı olan İttihat ve Terakki Cemiyetinin bir grup serserisi, Binbaşı Enver Bey başkanlığında Başbakanlık (bugün İstanbul Valiliği olarak kullanılan Cağaloğlu yokuşundaki dönemin Sadrazamlık binası) binasını basmış ve toplantı halinde olan Osmanlı bakanlarının bir kısmını yaralamış, Harbiye Nazırı (Savaş Bakanı) Nazım Paşa’yı göğsünden vurarak öldürmüş yine bir darbe neticesinde işbaşına gelmiş resmi ve meşru hükümet üyelerinden zorla istifa dilekçeleri alınmıştır.5 Böylelikle asker bir kere daha sivil iradeye ipotek koyarak “had bildirmiştir.”   Türkiye’de yapılan bütün darbeler devletin asli şeklini değil başta bulunan hükümeti devirmek içindir. Fakat, 1 Kasım 1922 günü asker kökenli bürokratlar tarafından darbenin en büyüğü yapılmış ve 622 senelik bir geçmişe sahip Osmanlı saltanatı kaldırılmıştır ve devletin yönetim şekli başta olmak üzere her şey ve herkes değiştirilmiştir. Bu darbeye karşı söz söyleyebilecek olanların tamamı da “150’likler şeklinde” yurt dışına sürülmüştür. Yani geçmişten geldiği şekli ile darbe yapan darbeciler bir kez daha haklı ve güçlü olan taraf oldu. Bu tarihten sonra ülke, en küçük itirazların bile sert biçimde susturulduğu muhalefetsiz, demokrasisiz, seçimsiz, sandıksız bol yasaklı ve tek partili 27 senelik iktidara karşı darbesiz bir dönem geçirdi. Ardından 1946’da yapılan açık oy gizli sayım rezaletinden 4 sene sonra halk, seçimle değil atama ile işbaşında gelen mevcut CHP hükümetine karşı bir darbe yaptı ve “Yeter söz Milletindir” parolası ile Temmuz 1950’de CHP’yi indirdi ve Demokrat Parti’yi başa getirdi. Bu dönem Türkiye’de statükonun baskının ve atanmışların sesinin kısıldığı bir dönemdi. Kısa aralıklarla tüm ülkede çeşitli isimler altında seçimler yapılıyor her defasında başında Adnan Menderes’in bulunduğu Demokrat Parti zaferle seçimlerden çıkıyordu. Bu durum, hiçbir seçimde kazanamayan ve muhalefet kalmayı da içine sindiremeyen malum güruha tek bir seçenek bırakıyordu ASKERÎ DARBE... Halkın korktuğu müdahale 27 Mayıs 1960’da başına geldi. 27 Mayıs’ın gece yarısı halkın oy vererek iktidarda 10 senedir ısrarla tuttuğu Demokrat Parti, askerin müdahalesi ile iktidardan uzaklaştırılacak, evlerinden apar topar toplanan bütün parti yönetimi gemilere bindirilip “Yassıada”ya götürülüp orada hapse atılacak ve tabii ki iktidar CHP’ye bırakılacaktır. Türk demokrasi tarihi açısından kara bir leke olarak hafızalarda yer eden bu çirkin darbe, bu ülkede bir başbakanı iki bakanı idam edecek, cumhurbaşkanını ise yaşının fazla olmasından dolayı müebbet hapisle cezalandıracaktır. Artık caddelerde köylerde şehir meydanlarında cadı avına çıkar gibi Demokrat Partili avına çıkıldığı günler birbirine bağlanarak seneleri oluşturacaktır.6 Her on senede bir askeri darbe balyozunu başına yemiş olan Türk milleti, 27 Mayıs 1960’dan 11 sene sonra da bir “askeri müdahaleye” maruz kalacak ve “12 Mart 1971 Askerî Muhtırası” ile demokrasi tekrar tırpanlanacaktır. Pek çok üniversite öğrencisinin hapse atıldığı, zindanlarda çürümeye terk edildiği bir kısmının da herkesin gözü önünde “ibretlik olsun diye” asıldığı bu dönem, gençliği siyasetten, ülke yönetiminden, ciddi meselelere kafa yormaktan uzaklaştırmış ve ortaya davası olmayan hedefi olmayan, ot gibi yaşayan, hippi tarzı hayatı kendine benimseyen bir “SEV-GENÇ” modeli gençlik üretti. Bu durum ülkenin yarınları için tam bir garabet ve vahametti. Dedik ya ülke olarak her on sene de bir darbe gerçeği ile yüzleştik. Evet, 1971 askeri muhtırasının üzerinden dokuz sene geçti ve bir darbe daha oldu. 12 Eylül 1980 askeri darbesi ya da diğer adı ile 12 Eylül 1980 insanlık ayıbı… Onbinlerce gencin soğuk zindan hücrelerinde ölüme terk edilmesi, ölümüne yapılan işkenceler, mahkumların insan dışkısı yemeye zorlanmaları, lağım çukurlarında boğaza kadar çıkmış lağım pisliğinin içinde yenen yemekler, ağza alınmayacak kadar ahlaksızlığa varılan cinsel tacizler, soğuk suyun altında kaybedilen sağlıklar, verilen elektrikten dolayı oluşan kangrenler gibi, bu vahşet dolu günleri yaşayanların hatıralarında yerini bulacak olan pek çok insanlık dışı hadise, bu ülkede yapılan bir askeri darbenin neticesinde ülkenin yarınına yani gençlerine uygulanan şerefsizlik örneklerinin çok azıdır.  12 Eylül 1980’de siyasete son verildi, bütün partiler kapatıldı, liderleri sürgüne gönderildi, yüzlerce genç asıldı, namaz kılarken, secdedeyken kalk emrine uymayan bir fidanın başı emre itaatsizlik gerekçesi ile dipçikle ezilerek namaz esnasında şehit edildi. Binlerce faili meçhule sebebiyet verildi, kanunsuzluk hukuksuzluk meşrulaştırıldı ve bütün bu utanç manzaralarının ardından dönemin en yetkili ağzı darbenin sahibi sonraları cumhurbaşkanı olacak olan Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren basına “Yapılanlardan pişman değilim daha çok şey yapacağız” demekten de utanmadı. 1996 senesi Türk tarihi için bir dönüm noktasıdır. Türkiye bu tarihte bir refleks göstererek kendinden beklenmeyen bir şey yaptı. Beyaz Türk denen jakoben ve kaymak tabakanın istemediği kişilere oy vererek iktidara getirdi. Halkın iktidarı ele alması Siyonizm’in ve ülke içindeki uzantılarının beklemediği bu gelişmeydi. Zira halk, vitrinde bulunan ve sermaye tarafından kendisine sunulan liderlere değil, halkın içinden çıkan “alnı secde gören” rahmetli Necmeddin Erbakan Hoca ve ekibine iktidar yolunu açtı. Boğazdaki villasında şampanyasını yudumlayarak nerede olduğunu bilmediği Zap Vadisi’ne ağıtlar yakan statükonun temsilcileri halkın kendilerinin istediği adaylara değil de bu memleket sevdalılarına oy vermesi kaymak tabaka için hiç hoş bir durum değildi. Kökleri dışarıya bağlı bu jakoben sermayenin tüyleri diken diken oldu. Geceleri “irtica geliyor” diye kâbuslarla uyandılar. Demokrasiyi ayaklar altına alıp müslümanlara karşı açık bir savaş durumuna geçtiler. Üstelik bu duruma da eski başsavcı Vural Savaş’ın tabiri ile MİLİTAN DEMOKRASİ” adını verdiler. Hükümetin bir açığını aradılar ama bulamadılar. Cumhuriyet tarihinde ilk defa Erbakan Hoca’nın ekibi tarafından denk bütçe gerçekleştirildi. Memura, emekliye, askere, polise, işçiye cumhuriyet tarihinin en büyük zamları verildi. Emperyalist Avrupa Hıristiyan Birliği’ne karşılık Asyalı devlerden oluşan D8 projesi hazırlandı. Devlette havuz sistemi oluşturularak israfın önüne geçildi. Hükümet tarafından beklenen yanlış hareketler bir türlü yapılmayınca bu kan emen kapitalist sermayenin statükocu köşe başları, ülkenin bu güzel gidişatına ancak 11 ay dayanabildi. Peki ya Sonra? Sonrası malum seçimlerle halkın isteği ile iktidardan uzaklaştıramayacaklarını anladıkları hükümete geçmişte olduğu gibi bir askeri darbe daha yapıldı. 28 Şubat askeri darbesi… Bu darbeden sonra iktidara hangi zihniyetin geçtiği herkesçe malum sanırım. Cumhuriyet tarihi boyunca seçimlerle işbaşına asla geçememiş olan o zavallılar zihniyet. Gelenek bozulmadı ve bu darbeci ruh hastaları 28 Şubat dramından 11 sene sonra 27 Nisan’da 2007’de bir kez daha seçilmiş hükümete muhtıra verdi yani uyardı. Ama artık Türk demokrasisi eskisi gibi kırılgan değildi ve askeri otoriteye karşı sivil bir direniş başladı. Askeri afallatan bu sivil direniş gün geçtikçe ivmesini ve hacmini hızla arttırdı. Artık bugün teğmenlerin bile kaymakam tokatladığı, Albayların başbakan tehdit ettiği, başçavuşların üniversite sınıflarını bastığı o eski Türkiye yok. Bugün karşımızdaki Türkiye, geçmişte kuvvet komutanlığı yapmış yüzbinlerce kişiye emirler yağdırmış orgenerallerin darbe yapmaya teşebbüsten rütbeleri sökülerek erliğe indirildiği defalarca müebbet hapis cezaları verildiği bir ülkedir. Vesselâm… KAYNAKLAR: 1) Feridun Emecen, Fetih ve Kıyamet 1453, s.98, Timaş Yayınları, İstanbul 2012, 2) Erhan Afyoncu, Askeri İsyanlar ve Darbeler, s.2, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2010 3) Nıcolae Jorga, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, 5. Cilt, s.265, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2009 4) İsmail Hami Danişmend, 31 Mart Vak’ası, İstanbul Kitabevi, İstanbul 1986 5) Mustafa Müftüoğlu, Bir Fedainin Romanı, s.42, Seha Yayın, İstanbul 1989 6) Mükerrem Sarol, Bilinmeyen Menderes, Kapadokya Kitabevi, İstanbul 1983
Ekleme Tarihi: 31 Ağustos 2013 - Cumartesi

Osmanlı’dan günümüze askeri darbeler

 

Bu hafta Türkiye’de herkesin gündem maddesi hemen hemen aynıydı.

Yaklaşık beş buçuk sene süren ve nihayet geçen hafta biten “Seçimle işbaşına getirilmiş hükümeti devirmek ve kurulu düzene darbe yapmak için kurulan devlet içinde devlet şeklinde organize olmuş illegal terör örgütünün yargılandığı Ergenekon davası.” Bu dava ve büyük büyük paşalara verilen cezalar, bu ülke için sürpriz hamlelerdi. Çünkü bu ülkede herkes yargılanabilirdi ama üniforması ve silahı olan asker asla yargılanamazdı. Zira Türkiye, ordu millet sosyo-psikolojisi ile yaşayan halk tabakalarından oluşmaktaydı. Türkiye’de halk askerî zihniyetle yetiştirildiği için “Her Türk asker doğardı” ve askere gitmeyen adam olmaz hatta kız verilmezdi. Adamlığı karakter yapısında, ferdin ailesinden aldığı ahlakî formda, kişilikte değil de askerî üniformanın içinde arayan klasik bastırılmış, sindirilmiş ve darbelerle hizaya getirilmiş bu millet için ordu, ülkemizin kurucusu, gerçek sahibi ve tek koruyucusu idi. Ama bu gelenek de tıpkı askerin sivil iradeyi silahlı darbe ile değiştirmesi gibi cumhuriyetin bir ürünü değil Osmanlı’dan bize kalan bir mirastı. Osmanlı tarihine detaylı değil üstün körü yukarıdan baksak bile orduyu arkasına almış şehzadelerin, meşru padişahları tahtından yeniçeri darbesi ile indirdiği ve yerine kendisinin geçtiğini görebiliriz. Evet, maalesef darbeler bizim için sıradan ve genellikle yapanın başarılı olduğu ve iktidarı ele geçirdiği bir realitedir.  Bu ülkede çok yakın bir geçmişte bir şehrin Cumhuriyet Savcısı kanunsuz işlere karıştığını tespit ettiği bir astsubay başçavuş hakkında soruşturma açmaya kalkmış, dönemin genelkurmay başkanı tarafından “o başçavuşu tanırım, iyi çocuktur” şeklinde bir söylemle savcı hizaya getirilmişti. Evet, Türk tipi demokrasilerde askerin en küçük rütbelisi bile soruşturmalardan, sivil mahkemelerden özerk bir hayat sürüyordu. Ama gelinen bugünkü süreçte galiba bu köklü gelenek, silinmeye ve hatta geçmişte olduğu gibi halk tarafından sempati ile değil büyük bir tepki ile karşılanmaya başlamıştır. Artık, toplumun genetik yapısına hiç uymayan bir şekilde bu ülkede bir dönem genelkurmay başkanlığı yapan yani Türkiye Cumhuriyeti ordusunun başkomutan vekilliğini yapan bir orgeneral, terör örgütü kurmaktan ve yönetmekten iki kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı. Bu durum ülke olarak bizim yaşadığımız tarihi süreç anlamında yepyeni bir sayfanın başında olduğumuzu göstermektedir.

Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca her on senede bir askerî darbelerle hizaya getirilmeye alıştırılmış bir ülkedir. Üstelik darbe geleneği cumhuriyet tarihinin bir ürünü değildir. Geçmişi çok eskilere, taa koca fatih Ebü’l Feth Fatih Sultan Mehmed Han dönemine kadar uzanmaktadır. Nitekim yeniçeri askerleri, Fatih Sultan Mehmed Han’ın gençliğinden ve toyluğundan yararlanarak tarihe “Buçuktepe İsyanı” olarak geçen bir darbe denemesinde bulunmuştur.1  Fakat ilerleyen senelerde bu darbe denemesinde parmağı olan dönemin genelkurmay başkanı “yeniçeri ağası” konumundaki Kuşçu Doğan dâhil pek çok yüksek rütbeli bürokrat genç sultanın hışmından kurtulamamıştır.

Cumhuriyet döneminde demokrasinin işleyişi sık sık askerî darbelerle kesildi. Aslında bu eski geleneğimizden dolayı Osmanlı döneminde de asker birçok defa isyan ederek yönetime müdahale etmiştir, Osmanlı padişahlarının üçte biri askerin müdahalesi ile değiştirilmiştir. 2  Bu oran öylesine rastgele söylenmiş bir oran değildir. 36 Osmanlı padişahının 12’si askerî darbelerle yani yeniçeri isyanları ile devrildi bir kısmı da canından oldu. İşine gelmeyen bir durumla karşılaşınca “istemezük” deyip kazan kaldırmayı bir ordu geleneği haline getiren asker, sultan İkinci Mahmud dönemine kadar onlarca kanlı ya da kansız askeri darbeye imza atmıştır. Yeniçeri ordusunun bu disiplinsiz ve eşkıya tavrı kendi sonunu hazırlamış 1826 yılında kanlı bir karşı darbe ile tarih sahnesinden koca bir ordu kalabalığı halinde silinmesine sebep olmuştur.3

Evet, darbeyi daima sivil bürokrasi üzerinde korku unsuru olarak bir kılıç gibi sallayan yeniçeri ordusu yıkılmıştır yıkılmasına ama, milletin genlerine kadar işleyen “askerî darbe” geleneği varlığını çeşitli bünyeler içerisinde sürdürmeyi başarmıştır. Nitekim takvimler 31 Mart (13 Nisan) 1909’u gösterdiğinde askeri bünyenin derinlerde bir yerde sakladığı darbe mikrobu tekrar gün yüzüne çıkmış ve başta bulunan padişah Sultan 2. Abdülhâmid Han’a ve yönetime karşı bir kez daha elinde tuttuğu balyozu sallamıştır. Bu son mudur? Hayır. Ne yazık ki yakın zamanların darbe tarihinde bu vahim hadise askeri darbelere başlangıç taşı olacaktır. Zira kanlı bir darbe ile padişah Abdülhâmid Han’ı ve hükümeti deviren Siyonist alt yapılı ve sponsorlu İttihat ve Terakki Cemiyeti çok kısa bir süre sonra kendi oluşturduğu hükümete de kanlı bir şekilde müdahale edecek ve bakanları öldürecektir. Ocak 1913’ün sonlarıdır. Dört senedir koca imparatorluğu, içinde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin de adamları olan bir hükümet yönetmektedir. Bütün muhalefet susturulmuş İttihat ve terakki’nin aleyhinde laf söylemek ölümle cezalandırılır olmuştur. 31 Mart askeri darbesinin mimarları Mahmut Şevket Paşa, Enver Bey ve adamlarını, yazdığı yazılarla eleştiren Serbesti Gazetesi başyazarı Hasan Fehmi, bunu 1909’da Galata Köprüsü’nün üzerinde canını vererek öğrenmiştir.4

Evet tarih Ocak 1913’tür ve darbe mikrobu bir kez daha su yüzüne çıkmıştır. Amaçsız, gayesiz, ülküsüz, millî davasız ve kök itibari ile Avrupalı ülkelere bağlı olan İttihat ve Terakki Cemiyetinin bir grup serserisi, Binbaşı Enver Bey başkanlığında Başbakanlık (bugün İstanbul Valiliği olarak kullanılan Cağaloğlu yokuşundaki dönemin Sadrazamlık binası) binasını basmış ve toplantı halinde olan Osmanlı bakanlarının bir kısmını yaralamış, Harbiye Nazırı (Savaş Bakanı) Nazım Paşa’yı göğsünden vurarak öldürmüş yine bir darbe neticesinde işbaşına gelmiş resmi ve meşru hükümet üyelerinden zorla istifa dilekçeleri alınmıştır.5 Böylelikle asker bir kere daha sivil iradeye ipotek koyarak “had bildirmiştir.”

 

Türkiye’de yapılan bütün darbeler devletin asli şeklini değil başta bulunan hükümeti devirmek içindir. Fakat, 1 Kasım 1922 günü asker kökenli bürokratlar tarafından darbenin en büyüğü yapılmış ve 622 senelik bir geçmişe sahip Osmanlı saltanatı kaldırılmıştır ve devletin yönetim şekli başta olmak üzere her şey ve herkes değiştirilmiştir. Bu darbeye karşı söz söyleyebilecek olanların tamamı da “150’likler şeklinde” yurt dışına sürülmüştür. Yani geçmişten geldiği şekli ile darbe yapan darbeciler bir kez daha haklı ve güçlü olan taraf oldu. Bu tarihten sonra ülke, en küçük itirazların bile sert biçimde susturulduğu muhalefetsiz, demokrasisiz, seçimsiz, sandıksız bol yasaklı ve tek partili 27 senelik iktidara karşı darbesiz bir dönem geçirdi. Ardından 1946’da yapılan açık oy gizli sayım rezaletinden 4 sene sonra halk, seçimle değil atama ile işbaşında gelen mevcut CHP hükümetine karşı bir darbe yaptı ve “Yeter söz Milletindir” parolası ile Temmuz 1950’de CHP’yi indirdi ve Demokrat Parti’yi başa getirdi. Bu dönem Türkiye’de statükonun baskının ve atanmışların sesinin kısıldığı bir dönemdi. Kısa aralıklarla tüm ülkede çeşitli isimler altında seçimler yapılıyor her defasında başında Adnan Menderes’in bulunduğu Demokrat Parti zaferle seçimlerden çıkıyordu. Bu durum, hiçbir seçimde kazanamayan ve muhalefet kalmayı da içine sindiremeyen malum güruha tek bir seçenek bırakıyordu

ASKERÎ DARBE...

Halkın korktuğu müdahale 27 Mayıs 1960’da başına geldi. 27 Mayıs’ın gece yarısı halkın oy vererek iktidarda 10 senedir ısrarla tuttuğu Demokrat Parti, askerin müdahalesi ile iktidardan uzaklaştırılacak, evlerinden apar topar toplanan bütün parti yönetimi gemilere bindirilip “Yassıada”ya götürülüp orada hapse atılacak ve tabii ki iktidar CHP’ye bırakılacaktır. Türk demokrasi tarihi açısından kara bir leke olarak hafızalarda yer eden bu çirkin darbe, bu ülkede bir başbakanı iki bakanı idam edecek, cumhurbaşkanını ise yaşının fazla olmasından dolayı müebbet hapisle cezalandıracaktır. Artık caddelerde köylerde şehir meydanlarında cadı avına çıkar gibi Demokrat Partili avına çıkıldığı günler birbirine bağlanarak seneleri oluşturacaktır.6

Her on senede bir askeri darbe balyozunu başına yemiş olan Türk milleti, 27 Mayıs 1960’dan 11 sene sonra da bir “askeri müdahaleye” maruz kalacak ve “12 Mart 1971 Askerî Muhtırası” ile demokrasi tekrar tırpanlanacaktır. Pek çok üniversite öğrencisinin hapse atıldığı, zindanlarda çürümeye terk edildiği bir kısmının da herkesin gözü önünde “ibretlik olsun diye” asıldığı bu dönem, gençliği siyasetten, ülke yönetiminden, ciddi meselelere kafa yormaktan uzaklaştırmış ve ortaya davası olmayan hedefi olmayan, ot gibi yaşayan, hippi tarzı hayatı kendine benimseyen bir “SEV-GENÇ” modeli gençlik üretti. Bu durum ülkenin yarınları için tam bir garabet ve vahametti. Dedik ya ülke olarak her on sene de bir darbe gerçeği ile yüzleştik. Evet, 1971 askeri muhtırasının üzerinden dokuz sene geçti ve bir darbe daha oldu. 12 Eylül 1980 askeri darbesi ya da diğer adı ile 12 Eylül 1980 insanlık ayıbı… Onbinlerce gencin soğuk zindan hücrelerinde ölüme terk edilmesi, ölümüne yapılan işkenceler, mahkumların insan dışkısı yemeye zorlanmaları, lağım çukurlarında boğaza kadar çıkmış lağım pisliğinin içinde yenen yemekler, ağza alınmayacak kadar ahlaksızlığa varılan cinsel tacizler, soğuk suyun altında kaybedilen sağlıklar, verilen elektrikten dolayı oluşan kangrenler gibi, bu vahşet dolu günleri yaşayanların hatıralarında yerini bulacak olan pek çok insanlık dışı hadise, bu ülkede yapılan bir askeri darbenin neticesinde ülkenin yarınına yani gençlerine uygulanan şerefsizlik örneklerinin çok azıdır.  12 Eylül 1980’de siyasete son verildi, bütün partiler kapatıldı, liderleri sürgüne gönderildi, yüzlerce genç asıldı, namaz kılarken, secdedeyken kalk emrine uymayan bir fidanın başı emre itaatsizlik gerekçesi ile dipçikle ezilerek namaz esnasında şehit edildi. Binlerce faili meçhule sebebiyet verildi, kanunsuzluk hukuksuzluk meşrulaştırıldı ve bütün bu utanç manzaralarının ardından dönemin en yetkili ağzı darbenin sahibi sonraları cumhurbaşkanı olacak olan Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren basına “Yapılanlardan pişman değilim daha çok şey yapacağız” demekten de utanmadı.

1996 senesi Türk tarihi için bir dönüm noktasıdır. Türkiye bu tarihte bir refleks göstererek kendinden beklenmeyen bir şey yaptı. Beyaz Türk denen jakoben ve kaymak tabakanın istemediği kişilere oy vererek iktidara getirdi. Halkın iktidarı ele alması Siyonizm’in ve ülke içindeki uzantılarının beklemediği bu gelişmeydi. Zira halk, vitrinde bulunan ve sermaye tarafından kendisine sunulan liderlere değil, halkın içinden çıkan “alnı secde gören” rahmetli Necmeddin Erbakan Hoca ve ekibine iktidar yolunu açtı. Boğazdaki villasında şampanyasını yudumlayarak nerede olduğunu bilmediği Zap Vadisi’ne ağıtlar yakan statükonun temsilcileri halkın kendilerinin istediği adaylara değil de bu memleket sevdalılarına oy vermesi kaymak tabaka için hiç hoş bir durum değildi. Kökleri dışarıya bağlı bu jakoben sermayenin tüyleri diken diken oldu. Geceleri “irtica geliyor” diye kâbuslarla uyandılar. Demokrasiyi ayaklar altına alıp müslümanlara karşı açık bir savaş durumuna geçtiler. Üstelik bu duruma da eski başsavcı Vural Savaş’ın tabiri ile MİLİTAN DEMOKRASİ” adını verdiler. Hükümetin bir açığını aradılar ama bulamadılar. Cumhuriyet tarihinde ilk defa Erbakan Hoca’nın ekibi tarafından denk bütçe gerçekleştirildi. Memura, emekliye, askere, polise, işçiye cumhuriyet tarihinin en büyük zamları verildi. Emperyalist Avrupa Hıristiyan Birliği’ne karşılık Asyalı devlerden oluşan D8 projesi hazırlandı. Devlette havuz sistemi oluşturularak israfın önüne geçildi. Hükümet tarafından beklenen yanlış hareketler bir türlü yapılmayınca bu kan emen kapitalist sermayenin statükocu köşe başları, ülkenin bu güzel gidişatına ancak 11 ay dayanabildi. Peki ya Sonra? Sonrası malum seçimlerle halkın isteği ile iktidardan uzaklaştıramayacaklarını anladıkları hükümete geçmişte olduğu gibi bir askeri darbe daha yapıldı. 28 Şubat askeri darbesi… Bu darbeden sonra iktidara hangi zihniyetin geçtiği herkesçe malum sanırım. Cumhuriyet tarihi boyunca seçimlerle işbaşına asla geçememiş olan o zavallılar zihniyet.

Gelenek bozulmadı ve bu darbeci ruh hastaları 28 Şubat dramından 11 sene sonra 27 Nisan’da 2007’de bir kez daha seçilmiş hükümete muhtıra verdi yani uyardı. Ama artık Türk demokrasisi eskisi gibi kırılgan değildi ve askeri otoriteye karşı sivil bir direniş başladı. Askeri afallatan bu sivil direniş gün geçtikçe ivmesini ve hacmini hızla arttırdı. Artık bugün teğmenlerin bile kaymakam tokatladığı, Albayların başbakan tehdit ettiği, başçavuşların üniversite sınıflarını bastığı o eski Türkiye yok. Bugün karşımızdaki Türkiye, geçmişte kuvvet komutanlığı yapmış yüzbinlerce kişiye emirler yağdırmış orgenerallerin darbe yapmaya teşebbüsten rütbeleri sökülerek erliğe indirildiği defalarca müebbet hapis cezaları verildiği bir ülkedir.

Vesselâm…

KAYNAKLAR:

1) Feridun Emecen, Fetih ve Kıyamet 1453, s.98, Timaş Yayınları, İstanbul 2012,

2) Erhan Afyoncu, Askeri İsyanlar ve Darbeler, s.2, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2010

3) Nıcolae Jorga, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, 5. Cilt, s.265, Yeditepe Yayınevi, İstanbul 2009

4) İsmail Hami Danişmend, 31 Mart Vak’ası, İstanbul Kitabevi, İstanbul 1986

5) Mustafa Müftüoğlu, Bir Fedainin Romanı, s.42, Seha Yayın, İstanbul 1989

6) Mükerrem Sarol, Bilinmeyen Menderes, Kapadokya Kitabevi, İstanbul 1983

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve 19mayisgazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.